Geçenlerde (aslında 1 yıla yakın oluyor) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun bir ifadesini okumuştum. Diyordu ki Davutoğlu: "Yahudilerin teolojik okumalarıyla tarihsel realiteleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki, "normal" olamıyorlar." Bir yanda "üstün ırk", "seçilmiş millet", "vadedilen topraklar", diğer yanda tarih boyunca sürülmüş, göçe zorlanmış, ülke bile kuramamış bir millet. İnançlarını gerçek hayatta da uygulamaya koymak isteyen, inandıkları "üstünlüklerini" herkese apaçık bir şekilde göstermek isteyen bir ırkın mücadelesi aslında Yahudilerin mücadelesi. İşte tam da bu noktada Yahudilerin bugünkü durumlarını yani ekonomik ve siyasal anlamda güçlenmek istemelerini ve tüm dünyaya hakim olmak istemelerini, sanırım en iyi şekilde Baudrillard'ın şu sözü anlatıyor: "Nerede bir tıkanma varsa, orada metastaz (yayılma, çoğalma) vardır." Yahudilerin tarihsel gerçeklikle inançları arasındaki "tıkanma" onları "normal"den uzaklaştırmıştır. Bana öyle geliyor ki, her bir birey için kullanabileceğimiz şu ifadeyi, bireylerin oluşturduğu toplum için de kurabiliriz: "İnsanın bütün felaketi, kendi kendine vereceği manayı şaşırmasıdır."
İnsanların ve toplumların davranışlarını, sözlerini, tüm bir hayata bakışlarını etkileyen en önemli unsur, içinde bulunduğu toplumun koşullarıdır. İnsan hangi koşulların ürünüdür ve insan, kendi koşullarının farkında mıdır?
İçinde bulunduğu koşulların farkında olmayan insanın bir tarz sahibi olması ve şeffaf ve "normal" olması da beklenemez. Tarz, olgunlaşmış bir karakterdir. Karaktersizlik üzerine kurulan bir tarz ise sadece maskeden ibarettir. Son söz Tanpınar'dan gelsin: "İstersek bütün bir ömrümüzü dua haline getirebiliriz. Dua, ruhun Allah ile karşılaşmasıdır. Bunun için de insanın kendi kendisini idrak etmesi yeter."
29 Mart 2012
28 Mart 2012
Barton Fink:Gözlerin kapalı yaşıyorsan, gündüzler rüyadır
New York’tan Hollywood’a gelen bir yazarın yazma/yazamama hikâyesini anlatan bir film olan Barton Fink, bir Coen Kardeşler (Joel Coen – Ethan Coen) filmi. Filmin bir yazarın iç dünyasından dış dünyaya gözlemlerini ve başından geçenleri hayal ve gerçek arasındaki farklılıklara değinerek anlatımı kült bir yapıt ortaya çıkarmış. Başarı ve başarısızlığın ne olduğunu izleyiciye sorgulatan, cennet ve cehennemin arasındaki farkını muhteşem bir imge anlatımıyla başarabilmesi, Coen Kardeşlerin belki de daha üçüncü filmlerinde (1991) sinema dünyasında kendilerinden epeyce söz ettirecek olmalarının bir göstergesi olsa gerek.
Film, Barton Fink adında gittikçe ünlenen bir tiyatro yazarının, son eseriyle epey beğenildiği, alkışlandığı bir sahneyle başlar. Barton Fink’in tiyatro sahnesine çağrıldığı anda, mütevaziliğinden geri planda sessizce durması; mimiklerle ve yüz ifadesiyle anlatılarak yazarın ne kadar da sakin ve kendi halinde biri olduğu anlatılır. Son eseri çok beğenilen yazarın, Hollywood’dan gelen iş teklifi aklını başından alır ve New York’u bırakıp Los Angeles’a gelerek Hollywood için film senaristliği yapmaya başlar. Sözleşmelidir, ilk defa sözleşmeli olarak çalışmaya başlayacaktır. Aslında a sınıfında olan bir yazardan b sınıfı bir şey yazmasını istemek, o yazara edilmiş en büyük haksızlıktır, ama bu haksızlığın farkını henüz kavrayamamıştır Barton Fink. Ne yapacağını bilemez, kendisinden güreşle alakalı bir film senaryosu yazması istenmektedir. Bocalar durur, yapımcıyla görüşür, yan taraftaki komşusuyla tanışır, ardından ünlü bir romancıyla buluşur, olaylar gelişir. Barton şöhreti küçümser, tek istediği aslında tiyatronun bir devrim yapabileceğini insanlara göstermektir. Yeni bir tiyatro yaratmak, yazın dünyasını belki de fethetmektir. “Ben yaratıcıyım” diye toplumun arasında haykırdığı anda ise, yumruğu yer ve yere düşer. Hollywood kendisinden çok basit bir senaryo istemektedir, hatta bu yüzden yazacağı filmle alakalı görüntüler bile izlettirilir kendisine. Buna rağmen yazamaz Fink, bir türlü kendisini toplayamaz, sezilerini kaybetmiştir. Çünkü ruhunu ve tüm hayallerini saat başına aldığı ücret ile değiştirmiştir. Hiç üretmeden para kazandığı gibi hiç üretmeden övgüler bile almaya başlamıştır. Aslında en başta a sınıfı bir senaristtin kendisinden b sınıfı bir senaryo istenmesine karşı çıkmalı, yapamayacağını söylemeliydi. Aksi takdirde iyi bir eser yazarak sisteme zarar verebilirdi. Söyleyemedi, çünkü yapamamanın duygusunu daha önce hiç hissetmediğinden bilmiyordu. İşi kabul etti ve yapamadı. Hoş, kendince yaptı ve dediği gibi hayattaki en büyük eserini kaleme almıştı. Ne de olsa ona göre gerçek başarı, “hayal ettiği başarı”ydı… Başarının tanımını “hayal edilen” olarak veriyordu bize yönetmen.
Barton Fink, öncelikle “Bir yazarın özgürlüğünün elinden alınması, ona yapılan en büyük kötülüklerden biridir”’i çok iyi anlamış bir filmdir kanımca. Yönetmenlerin Holywood’un insanları nasıl harcadığını anlatması, hatta Hollywood’un kapalı kapıları ardında dönen işlerle birlikte sevilen sayılan roman yazarlarının gerçek hayatlarına inmesi filmin çok önemli ayrıntıları. Sevilen sayılan romancıların kitaplarının “gerçek” yazarlarını sorgulattıran film, maddiyat yüzünden ismini duyuramayan ve piyasaya hizmet etmek zorunda kalan asistanların yeteneklerinden faydalanan romancıların iç dünyalarına götürüyor izleyiciyi. Sanat eserinin nasıl ortaya çıktığını; çıkabildiğini düşündürüyor.
Barton filmin sonunda kendisine çizilen bu alandan çıkmak zorunda olduğunu, aksi halde artık yazamayacağını anlar. Hollywood, Barton’ı yalnızlığa sürüklemiştir, sıradan insanların hikâyelerinden uzaklaştırmıştır. Ne de olsa sözleşmelidir, sözleşmeyi terk ederek özgür fikirlerini keşfedeceği dünyaya geri dönmek zorundadır. Çünkü kendisine çizilen bu sınırlı dünyada yazamamaktadır. Yazamamak, hayal edememektir Barton’a göre; The Truman Show’da kahramanın sahte dünyayı yırtarak gerçek dünyaya gitmesi gibi Barton da sonunda Hollywood’un kendisine çizdiği bu saçma sapan alandan uzaklaşarak kendisini bulur. Kaldığı otelin alevlerinin arasından uzaklaşma vakti gelmiştir, cehennemden uzaklaşmaya çalışır, kaçabileceği, otelde hayal âlemine gidebildiği tek hayale, geriye kalan tek yere kaçar; tablodaki kızın yanına.
Son olarak filmle ilgili harikülade bir ayrıntıyı paylaşmak ve filmden bir alıntıyla bitirmek istiyorum: barton audrey'e çıkma teklif ettiğinde tam red cevabının üstüne içerde bir şangırtı duyulur, barton'ın kırılan kalbinin sesi yerine geçer o şangırtı. karakterin kırgınlığı, o ruh hâli başka bir şekilde bu kadar iyi özetlenemezdi sanırım.
"fink tarzı senaryoyu yalnızca sen mi yazabilirsin sanıyorsun? 20 tane sözleşmeli senaristim vari onlara fink tarzı birşeyler yazın derim ve yazarlar!" der yapımcı jack lipnikck filmin taa sonunda barton fink'e.
26 Mart 2012
BUKOWSKI'NIN HAYATA GİRİŞ NİTELİĞİNDEKİ KİTABI HAM ON RYE
YAŞLI İHTİYAR ALKOLİK KÜFÜRBAZ YAZAR KISACA BUKOWSKI:
Bukowski yaşlanınca tanınır. İlk gençlik yıllarında ise tam aksine beş parasız, ailesince pek sevilmeyen ve çirkin biridir. İşte Ham On Rye adlı kitabında bu dönemi anlatır ve yazarın ölmeden önceki son dönemlerindeki halini bilenlere 'Vay be!' dedirtir. Bu çileli yılları anlattığı kitaptan ders niteliğinde veyahut umutsuzluk kokan cümlelerden bazıları ise şunlardır:
''Benim cenazem söz konusu ise zamanında orda olmam gerekir. düğün benim düğünümse zaten cenazem demektir.''
''Her kılı özenle kesilmiş bıyığı olan birine asla güvenme.''
''Para ve yoksul söz konusu olduğunda yapman gereken onları birbirine fazla yaklaştırmamaktır.
''Yaşamlarını sürekli kampüste geçiren manyaklar vardı. üniversite yaşamı yumuşak ve gerçeklerden uzaktı. dışarda, gerçek dünyada seni nelerin beklediğinden söz etmiyorlardı. beynini teorilerle dolduruyor, kaldırımların ne kadar sert olduğunu söylemiyorlardı. üniversite tahsili insanı sonsuza dek mahvedebilirdi.''
''Araba süren, yemek yiyen, çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapılabilecek en kötü şekilde yapan g.tlerden oluşmuş bir toplum.''
''Zengin çocukların aileleri daha vatanperverdiler çünkü ülke elden giderse kaybedekleri çok şey vardı. yoksul aileler daha az vatanperverdiler, bazen kendilerinden beklendiği veya öyle yetiştirildikleri için vatanperverlik gösteriyorlardı.''
''Yutan, sıçan ve düzüşen ağız ve kıç deliklerinden ibaretti dünya.'' (BURADA BİRAZ AĞIR KONUŞMUŞ GİBİ)
'' Tanrı seni terk etti.''
''O kadar yaşlanmıştı ki ölmesinin bir anlamı kalmamıştı.''
''Yoksulları kobay olarak kullanıp, yöntem başarılı olursa zenginlere uyguluyorlardı. yöntem başarılı olmamışsa başka yöntemlerin deneneceği başka yoksullar vardı.''
''Çalışmaktı önemli olan. insana bir fırsat tanımak yeterliydi. birileri fırsatların kime tanınacağını denetliyordu sürekli.''
Bukowski yaşlanınca tanınır. İlk gençlik yıllarında ise tam aksine beş parasız, ailesince pek sevilmeyen ve çirkin biridir. İşte Ham On Rye adlı kitabında bu dönemi anlatır ve yazarın ölmeden önceki son dönemlerindeki halini bilenlere 'Vay be!' dedirtir. Bu çileli yılları anlattığı kitaptan ders niteliğinde veyahut umutsuzluk kokan cümlelerden bazıları ise şunlardır:
''Benim cenazem söz konusu ise zamanında orda olmam gerekir. düğün benim düğünümse zaten cenazem demektir.''
''Her kılı özenle kesilmiş bıyığı olan birine asla güvenme.''
''Para ve yoksul söz konusu olduğunda yapman gereken onları birbirine fazla yaklaştırmamaktır.
''Yaşamlarını sürekli kampüste geçiren manyaklar vardı. üniversite yaşamı yumuşak ve gerçeklerden uzaktı. dışarda, gerçek dünyada seni nelerin beklediğinden söz etmiyorlardı. beynini teorilerle dolduruyor, kaldırımların ne kadar sert olduğunu söylemiyorlardı. üniversite tahsili insanı sonsuza dek mahvedebilirdi.''
''Araba süren, yemek yiyen, çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapılabilecek en kötü şekilde yapan g.tlerden oluşmuş bir toplum.''
''Zengin çocukların aileleri daha vatanperverdiler çünkü ülke elden giderse kaybedekleri çok şey vardı. yoksul aileler daha az vatanperverdiler, bazen kendilerinden beklendiği veya öyle yetiştirildikleri için vatanperverlik gösteriyorlardı.''
''Yutan, sıçan ve düzüşen ağız ve kıç deliklerinden ibaretti dünya.'' (BURADA BİRAZ AĞIR KONUŞMUŞ GİBİ)
'' Tanrı seni terk etti.''
''O kadar yaşlanmıştı ki ölmesinin bir anlamı kalmamıştı.''
''Yoksulları kobay olarak kullanıp, yöntem başarılı olursa zenginlere uyguluyorlardı. yöntem başarılı olmamışsa başka yöntemlerin deneneceği başka yoksullar vardı.''
''Çalışmaktı önemli olan. insana bir fırsat tanımak yeterliydi. birileri fırsatların kime tanınacağını denetliyordu sürekli.''
TANPINAR'IN HUZUR ADLI ROMANINDAN TADIMLIK CÜMLELER
Bazen facebook'a yazacak özlü söz bulamazsın ya, işte o zaman belki bu satırlar imdadınıza yetişir. şaka canııım! Aşağıda Türkçenin en sağlam romanlarından biri olan Tanpınar eseri olan Huzur'dan cümleler bulacaksınız. bu cümleleri sosyal medyaya malzeme ederseniz, iki elim yakanızdadır( sadece okuyup feyz alasınız diye not tuttum bunları. kenardaki sayfa sayıları romanın Dergah Yayınlarından çıkan 2009 baskısındaki sayfa sayılarıdır):
‘Düşünmek için durmak lazımdır.’sf.5
‘Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir.’sf.10
‘Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir.’ Sf .21
‘Her ninnide milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır!’sf 21
‘İşlerimiz iyi gitmiyor diye tanrılara kızmayalım.’sf43
‘Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil.’sf44
‘Bu polis romanları hulasalarının bu Jules Verne’lerin, Binbir Gece’lerin, Tutiname’lerin, Hayatülhayvan’ların ve Kenzülhavas’ların yerini alabilmesi için bütün bir cemaat yüz sene bunalmış, didinmiş, doğum sancıları çekmişti.’sf47
‘kendi sıkıntılarının hikayesiyle başkasını teselli etmek...’sf53
‘Bir medeniyetin hayat felsefesi...Her cins hadise bir başka türlüsünü davet eder. Demek ki sade ıstıraplarımız, üzüntülerimiz değil, tesellileri, mukavemet çareleri de miraslarımız arasında...’sf53
‘Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yığın insan elbisesi, hazır hayat şekilleri, müstakil, dört tarafı kilitli talihler gibi asılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan başka bir insan olarak çık’sf57
‘Darlık, ıstırap, sandığınız gibi az bulunur şeyler değildir; hele sizler hayatınızdan bir kere soyunun; biz size ümitsizliğin her çeşidini bulmaya hazırız!’sf 57
‘...ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı?’67
‘Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı.’67
‘...süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi.’68
‘...hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu.’69
‘...her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı.’69
‘...Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin. Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi; çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Mesela tek başına Munir Nurettin’in bildikleriini düşünün’ 79
‘Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur.’82-83
‘Bu inkarla ne kazanacağımız zannediyorsun? Benliğimizi, benliğimizi kaybetmekten başka.’91
‘...bu yeni masalı yaratacak olan bizim maziyi inkarımız veya bu işteki yaratma irademiz değildir. Olsa olsa yeni bir hayatın hızıdır.’91
‘Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz şarkın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor.’92
‘Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır.’93
‘...-çünkü her erkek biraz çocuktur ve iradeye muhtaçtır.’97
‘Bizim memlekette en rahat yapılan iş de budur, konuşmak.’106
‘İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur.’135
‘Bulunduğun yer cennetimizdir.’150
‘Tevfik Bey büyük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimattı. Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalınmış neşesiyle yaşıyordu. Yaşar bey daha ziyade İkinci Meşrutiyetti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük aşağılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerinini bir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri, hulasa en coşkun heyecanla hiç kımıldanmaya imkan bırakmayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardır.’156
‘Düşünmek için durmak lazımdır.’sf.5
‘Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir.’sf.10
‘Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir.’ Sf .21
‘Her ninnide milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır!’sf 21
‘İşlerimiz iyi gitmiyor diye tanrılara kızmayalım.’sf43
‘Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil.’sf44
‘Bu polis romanları hulasalarının bu Jules Verne’lerin, Binbir Gece’lerin, Tutiname’lerin, Hayatülhayvan’ların ve Kenzülhavas’ların yerini alabilmesi için bütün bir cemaat yüz sene bunalmış, didinmiş, doğum sancıları çekmişti.’sf47
‘kendi sıkıntılarının hikayesiyle başkasını teselli etmek...’sf53
‘Bir medeniyetin hayat felsefesi...Her cins hadise bir başka türlüsünü davet eder. Demek ki sade ıstıraplarımız, üzüntülerimiz değil, tesellileri, mukavemet çareleri de miraslarımız arasında...’sf53
‘Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yığın insan elbisesi, hazır hayat şekilleri, müstakil, dört tarafı kilitli talihler gibi asılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan başka bir insan olarak çık’sf57
‘Darlık, ıstırap, sandığınız gibi az bulunur şeyler değildir; hele sizler hayatınızdan bir kere soyunun; biz size ümitsizliğin her çeşidini bulmaya hazırız!’sf 57
‘...ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı?’67
‘Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı.’67
‘...süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi.’68
‘...hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu.’69
‘...her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı.’69
‘...Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin. Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi; çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Mesela tek başına Munir Nurettin’in bildikleriini düşünün’ 79
‘Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur.’82-83
‘Bu inkarla ne kazanacağımız zannediyorsun? Benliğimizi, benliğimizi kaybetmekten başka.’91
‘...bu yeni masalı yaratacak olan bizim maziyi inkarımız veya bu işteki yaratma irademiz değildir. Olsa olsa yeni bir hayatın hızıdır.’91
‘Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz şarkın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor.’92
‘Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır.’93
‘...-çünkü her erkek biraz çocuktur ve iradeye muhtaçtır.’97
‘Bizim memlekette en rahat yapılan iş de budur, konuşmak.’106
‘İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur.’135
‘Bulunduğun yer cennetimizdir.’150
‘Tevfik Bey büyük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimattı. Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalınmış neşesiyle yaşıyordu. Yaşar bey daha ziyade İkinci Meşrutiyetti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük aşağılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerinini bir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri, hulasa en coşkun heyecanla hiç kımıldanmaya imkan bırakmayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardır.’156
SAATLERİ İLERİ ALMIŞKEN 'SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'
‘Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında’
Bu harika mısraları yazacak ve bu yazdıklarını mezar taşına nakşettirecek kadar zaman kavramına düşkün edebiyatçımız kimdir? Bu kişi elbette ‘Bursa’da Zaman’ adlı şiirin, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ gibi bir romanın sahibi ünlü edebiyatçımız, edebiyat tarihçimiz ve eski milletvekillerimizden Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, 20.yüzyıl Türk Edebiyatı’nın en büyük kalemlerinden biridir. Yaklaşık 62 yıl yaşamış olan Tanpınar, bu zaman diliminde çok fazla eser yayınlamamış olsa da yazdığı romanlar ve şiirler, sanatsal açıdan edebiyatımızda çığır açmış ve Enis Batur, Oğuz Atay gibi yazarları da oldukça etkilemiştir. Peki, zamana bu kadar önem veren Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü eserinin özelinde zamana ve zaman-ölçerimiz saate dair neler anlatmış ve ona dair roman karakterleri aracılığı ile neler söylemiştir?
İlk olarak; Tanpınar’a göre, zamanın ne kadar önemli olduğunu görebilmemiz faydalı olacaktır. Eserde fakirlere saat dağıtarak onları fakirlikten çıkaracak iksiri veren Nuri Efendi’nin şu sözünde zaman bilincinin önemi ortaya çıkmaktadır: ‘ Hele bir zamanına sahip ol… Ondan sonrasına Allah kerimdir.’ Böylece Nuri Efendi: ‘‘…bir insana yaşadığının şuurunu, zamanını hediye ediyordu.’ İnsanın zaman şuuruna varmasını bu kadar önemseyen yazar yine karakterleri aracılığı ile bütün insanlığın saat kullanarak zaman şuurunu kazanmasını ve böylece ilerleyebilmesini şöyle anlatmaktadır:
‘Terakki saatin tekâmülüyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymağa başladı.’
İnsanın ve medeniyetin ilerlemesinde zamana ve saate böyle büyük bir önem atfeden yazar, saati ise şöyle tanımlamaktaydı:
‘Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat…’
Tanpınar’a göre böyle bir dost, her anı paylaşan ve o anın önemini hatırlatan saat, insandan ayrı düşünülemezdi:
‘Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur.’
İnsanla var olabilen, insanla değer kazanan saate, insanoğlu peki nasıl davranmalıdır:
‘Kordonsuz saat; yularsız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven evvela kordonla kendisine bağlar.’
Yani insan, sahibinin en yakın dostu olan saati kendisine bağlamalı böylece dostunun kaybolmasını, saatinin ondan koparak zarar görmesini engellemelidir. Tanpınar’ın başkarakterlerinden Hayri İrdal, bu durumu kavrayamayan ve ona mekanik, ruhsuz bir aletmiş gibi davranan saat tamircisini şu sözlerle azarlamaktadır:
‘Bu saatler nazik aletlerdir, böyle tartaklanmağa gelmez,’
‘Sanki ustadan ustaya mektup, ama belli ki, size yazılmamış.’
Saatlerin ustadan ustaya mektup olduklarını ise şöyle açıklamaktadır:
‘Eski saatler el işiydiler. Yapanlar da maden işçiliğinden anlıyorlardı. Hulasa büyük manada kuyumcuydular. Bu itibarla yaptıkları saatleri çok güzel eserlerle süslerlerdi. Çizgiler, oymalar, filanla… Ve bunların en güzel, en ehemmiyetlileri saatlerin iç kapaklarının iç tarafında yani çok defa, ancak saatçilerin açtıkları yerlerde olurdu. Rahmetli Nuri Efendi onun için bunlara ustadan ustaya mektup derdi.’
Fakat bir saatin kalitesi sadece parçalarıyla veya süslemeleri ile değil, aynı zamanda vakti hatasız gösterebilmesi ile belli olur:
‘ İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez!’
Saati ve zamanı kısaca karakterleri aracılığı ile böyle anlatmaktadır Tanpınar. Görüldüğü üzere, Saatleri Ayarlama Enstitüsü sadece zaman ve saat kavramlarına dair göndermeler üzerinden incelendiğinde bile biz saat severlere birçok şey göstermektedir. Bu durum, yazarın yüzyılın en önemli sanatçılarından biri olmasının yanında, yazarın ve toplumun benliğinde gerçekleşen imparatorluktan ulus devlete geçişin yarattığı ‘yeni zamana uyum’ çabasının yansımasıdır.
Son olarak romandan, zamana ve vaktimizin ne kadar kıymetli olduğuna dair Tanpınar’ın bir karakterinin ağzından bir sitemle bu yazıyı bitirelim:
‘Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahlûklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikâyet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?’
Ne de büsbütün dışında’
Bu harika mısraları yazacak ve bu yazdıklarını mezar taşına nakşettirecek kadar zaman kavramına düşkün edebiyatçımız kimdir? Bu kişi elbette ‘Bursa’da Zaman’ adlı şiirin, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ gibi bir romanın sahibi ünlü edebiyatçımız, edebiyat tarihçimiz ve eski milletvekillerimizden Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, 20.yüzyıl Türk Edebiyatı’nın en büyük kalemlerinden biridir. Yaklaşık 62 yıl yaşamış olan Tanpınar, bu zaman diliminde çok fazla eser yayınlamamış olsa da yazdığı romanlar ve şiirler, sanatsal açıdan edebiyatımızda çığır açmış ve Enis Batur, Oğuz Atay gibi yazarları da oldukça etkilemiştir. Peki, zamana bu kadar önem veren Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü eserinin özelinde zamana ve zaman-ölçerimiz saate dair neler anlatmış ve ona dair roman karakterleri aracılığı ile neler söylemiştir?
İlk olarak; Tanpınar’a göre, zamanın ne kadar önemli olduğunu görebilmemiz faydalı olacaktır. Eserde fakirlere saat dağıtarak onları fakirlikten çıkaracak iksiri veren Nuri Efendi’nin şu sözünde zaman bilincinin önemi ortaya çıkmaktadır: ‘ Hele bir zamanına sahip ol… Ondan sonrasına Allah kerimdir.’ Böylece Nuri Efendi: ‘‘…bir insana yaşadığının şuurunu, zamanını hediye ediyordu.’ İnsanın zaman şuuruna varmasını bu kadar önemseyen yazar yine karakterleri aracılığı ile bütün insanlığın saat kullanarak zaman şuurunu kazanmasını ve böylece ilerleyebilmesini şöyle anlatmaktadır:
‘Terakki saatin tekâmülüyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymağa başladı.’
İnsanın ve medeniyetin ilerlemesinde zamana ve saate böyle büyük bir önem atfeden yazar, saati ise şöyle tanımlamaktaydı:
‘Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat…’
Tanpınar’a göre böyle bir dost, her anı paylaşan ve o anın önemini hatırlatan saat, insandan ayrı düşünülemezdi:
‘Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur.’
İnsanla var olabilen, insanla değer kazanan saate, insanoğlu peki nasıl davranmalıdır:
‘Kordonsuz saat; yularsız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven evvela kordonla kendisine bağlar.’
Yani insan, sahibinin en yakın dostu olan saati kendisine bağlamalı böylece dostunun kaybolmasını, saatinin ondan koparak zarar görmesini engellemelidir. Tanpınar’ın başkarakterlerinden Hayri İrdal, bu durumu kavrayamayan ve ona mekanik, ruhsuz bir aletmiş gibi davranan saat tamircisini şu sözlerle azarlamaktadır:
‘Bu saatler nazik aletlerdir, böyle tartaklanmağa gelmez,’
‘Sanki ustadan ustaya mektup, ama belli ki, size yazılmamış.’
Saatlerin ustadan ustaya mektup olduklarını ise şöyle açıklamaktadır:
‘Eski saatler el işiydiler. Yapanlar da maden işçiliğinden anlıyorlardı. Hulasa büyük manada kuyumcuydular. Bu itibarla yaptıkları saatleri çok güzel eserlerle süslerlerdi. Çizgiler, oymalar, filanla… Ve bunların en güzel, en ehemmiyetlileri saatlerin iç kapaklarının iç tarafında yani çok defa, ancak saatçilerin açtıkları yerlerde olurdu. Rahmetli Nuri Efendi onun için bunlara ustadan ustaya mektup derdi.’
Fakat bir saatin kalitesi sadece parçalarıyla veya süslemeleri ile değil, aynı zamanda vakti hatasız gösterebilmesi ile belli olur:
‘ İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez!’
Saati ve zamanı kısaca karakterleri aracılığı ile böyle anlatmaktadır Tanpınar. Görüldüğü üzere, Saatleri Ayarlama Enstitüsü sadece zaman ve saat kavramlarına dair göndermeler üzerinden incelendiğinde bile biz saat severlere birçok şey göstermektedir. Bu durum, yazarın yüzyılın en önemli sanatçılarından biri olmasının yanında, yazarın ve toplumun benliğinde gerçekleşen imparatorluktan ulus devlete geçişin yarattığı ‘yeni zamana uyum’ çabasının yansımasıdır.
Son olarak romandan, zamana ve vaktimizin ne kadar kıymetli olduğuna dair Tanpınar’ın bir karakterinin ağzından bir sitemle bu yazıyı bitirelim:
‘Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahlûklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikâyet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?’
26.03.2012 BJK İBB maçı
http://www.youtube.com/watch?v=KsMjyQGFJ0Y
Carvalhal hocayı böyle savunanlar var, Ertuğrul naaptı,rızaşöyle bozduydu,Tigana pek kabız,şuster hücum ishali falan filan diye. Ama artık görülmesi lazım mızrak çuvala sığmıyor. Gerçekten ilginç olan oyuncu değişikliklerinin yanına, taktik yetersizliği, oyuncuların negatiflikten mutlak sıfıra doğru kayan vücut dili hocanın son zamanlarını yaşadığımız gösteriyor bence. Maç özelinde ise
- Bi ara ekşide Beşiktaş'ın sarbisi muamelesi yapan İsmail köybaşı'nın yokluğu solda baya bi aranıyor. Koşan bi atlete karşı tek ayakla zıplayarak yarışıyo gibi garip bi görüntü çıkıyor ortaya.
- Veli'nin topla kesin bi meselesi var,bi sporun ana iki objesi foot ve ball bu kadar kavgalı olmamalı.
- Cenk canım benim kurtardı bi kaç ama klasik kötü golünü yedi.
- Ortada oynayan ikilinin ayağı kötü olunca oyunun gazı kaçıyor.
- Burak Kaplan iyiydi ,çevresi kötüydü ,bide kanat oyuncusundan çok 10 numara gibi göründü oyun tarzıyla.
- Bebe Türkiye'de bulamayacağımız kadar iyi beslenmiş bir kötü oyuncu.Fiziği süper sonraki pozisyonda ne yapacağına dair pek bir fikri yok.
- Pektemek bencil oynuyor,timing hatası var bu iki negatif yönünü yontup, kuvvetlenirse klüp baya bi rahat eder.
Maç hariç Fikret Orman'dan büyük beklentilerim var. Bu ilk yazıda pek taktik şu bu olmadı ama zamanla oturacak bunlar. Selami Şahin
selam sabah
Dostoyevski ve
vicdan yazısı ile ağır bi başlangıç yapılan blogta gevşek bi yazıyla denge
bulayım diye düşündüm.Yaptığımız uzun bir yolculukta keşfettiğimiz yazma
ihtiyacımızı karşılamak için aklımıza ne şekilde gelirse yazıp içimizi dökeceğimiz
bu blog gerek fiziğiyle,gerek oyun anlayışı ile gerekse kıvraklığıyla gıdıklar
veya kasnaklar inşallah.
Yazmaya,dileklere doyamadım eki: Hitler Kavgam'da Lebensraum (yaşam alanı) diye bir kavramdan bahsetmiş. Burası bizim lebensraumumuz, arka bahçemiz,minareler süngümüz( şaka lan şaka) olur inşallah,
Yazmaya,dileklere doyamadım eki 2: Maşallah hocam.
Yazmaya,dileklere doyamadım eki: Hitler Kavgam'da Lebensraum (yaşam alanı) diye bir kavramdan bahsetmiş. Burası bizim lebensraumumuz, arka bahçemiz,minareler süngümüz( şaka lan şaka) olur inşallah,
Yazmaya,dileklere doyamadım eki 2: Maşallah hocam.
“Suç Ve Ceza” hâlâ en yetkin polisiye roman niteliğine sahip. Zira en başta katilin kim olduğu bilinir. Genel olarak polisiyeler cinayet vakasından sonra faili, suçluyu bulmak üzere bir araştırmayı güzergâh edinir. Dostoyevski ‘Suç ve Ceza’yı başarısız bir yazarlık dönemin sonunda bir Avrupa seyahati esnasında kaleme alır. Eleştirmenlerin belirttiğine göre bu romanı bir delilik halinde, “delirium tremens” halindeyken inşa eder. Dostoyevski’nin delirium tremens halindeki ya da benzer ruhsallıkları içeren gelgitleri, “Sınır” da olan ve vicdani değerlere sahip, ama tereddüt ve çelişkili tutum ve tutarsızlıklarla malûl Raskolnikov, bir ân için Dostoyevski yazar olarak bu şaheseri yazmayı, büyük romancı olmayı başaramasaydı, sınırı, yazarlık, hikâye kurgulamak yerine Raskolnikov’un iki kadını öldürdüğü gibi benzer bir eyleme başvuracağı düşünebilir. Muhtemelen Dostoyevski’nin eylemi adi bir cinayet değil bir politik eylem olacağı kestirilebilir. Zira Dostoyevski ihtilalci gençlerden oluşan bir gurupla yüzeysel de olsa bir bağlantısı vardır. Belki bu ihtilalci gurubun uğradığı kovuşturma ve soruşturmaya dâhil edilmesi, delirium tremens halinde yanılsama ve hezeyan halinde Dostoyevski’nin zihnini, meşgul ettiği, düşünülebilir. Şöylesi bir yorumda olanaklı görünüyor: Dostoyevski, Raskolnikov’un hikâyesiyle bir ân için yazar olamasaydı, kendiyle ilgiyle olası bir suç biyografisi hâyâl etti ve nevrozunu yazarak sağıtmayı başardı.
Raskolnikov başta olmak üzere patolojik nitelikleriyle tipler romanda sahne alır. Romandaki “kaybedenler” olarak nitelendirilebilecek, Raskolnikov, Sonya, Marmeladov, Katharina İvanov, arasında bir güçsüzler daha doğrusu sefalete düşenler arasında bir dayanışma fark edilmektedir. Sefalete düşenlerin temel sorunu öncelikle yoksulluk değil, ötekileştirilmeye maruz kalan bu insanların gereksinmeleri, paradan ziyade sosyal kabul, bir özne olarak tanınma arayışıdır. Ama romandaki kahramanlar bu tanınma için doğru iletişim yollarını ve olanaklarını kullanamazlar.
Meselâ, sefalete düşen Madam Katharına İvanavno, başkalarına, bir zamanlar valiyle dans etiğini, o gece bir ödül aldığını iddia ederek, kendinin enstitü mezunu olduğunu, babasının soyluluğundan abartılı olarak söz etmesi, gibi saygınlık arayışları da başarısız ve boşunadır. Bu iddialarda bulunduğu anda çevresindeki insanlar acımasızca onun değersizlik ve küçüklüğünü ima ederek alay ettiklerinde, Katharina İvanavno provoke olur ve delilik, ajitasyon halleri sergiler Çılgınca bir kendini üstün gösterme tutkusu, Katherina İvanovna, Marmelodov, Lujin elbette Raskolnikov’un söz ve eylemlerinde görebiliyoruz.
Raskolnikov sıradan insan olmayı aşabileceği, üstün insanlar seçkinliğine dâhil olmak tutkusuyla saçma bir cinayet işler. Bu olgu başlı başına bir üstünlük arayışı şeklinde değerlendirilebilir. Monomon olarak nitelenen Dostoyevski, tamda delirium tremens halini aşikâre edercesine, kendiyle uzak hatta ilgisiz, dolaylı bir olay sonucu, çağrışımların çözülmesiyle kendini bu olay ve gerçeklikle bağlantılı, yanlış algı ve tasavvurlara meyledebilir.
Monomonlar (Hipondria) üstünlük arayışına tutsak, tutkulu kişiliklerdir. Raskolnikov içine kapanık, asık suratlı, kendini beğenmiş, gurur ve onur gösterileriyle üstünlük arayışında, hatta soruşturma makâmlarına karşı durumunun elverişsizliğine rağmen akıl, zekâ üstünlüğünü sergileyerek, detektifle düşünsel bağlamda yarıştığını ve üstünlük kurma arzusunu görmekteyiz…
Raskolnikov’da, Dostoyevski’nin kişiliğindeki bazı özellikleri bulgulamak olası. Dostoyevski’nin mutlu, coşkun, neşeli bir ruh halinden, önemsiz bir etkiyle hemen mutsuz, kötümser ve çöküntü hallerine geçişler olduğu bilinmektedir. Raskolnikov’un annesi “Hayalci, kaprisli, on beş yaşındayken bile güven vermez, tutarsız kararlar aldığı” betimlemesiyle, oğlunun kişiliğini çözümler. Romanda iki aile kümesi vardır. İlk kümede Raskolnikov, annesi ve kız kardeşi, ikinci kümede Sonya, Katerina İvanovna, Marmeladov… Raskolnikov’un ailesi yoksul olmalarına karşın sefalete düşmezler. Zira yoksul olsalar da, sefalete düşmedikleri için ayakta kalmayı başarırlar. Zira diğer kümedeki ailenin büyük kızı Sonya, fahişelik yaparak geçimini sağlar. Fahişelik bir sefalet nedeni ve saygınlık kaybıdır.
Raskolnikov’un meyhanede eski bir memur olan ayyaş Marmeladovla karşılaştığı sahne de Marmeladov’un aşağıdaki cümleleri zaten eserin sefaletle ilgili ana fikrini desteklemektedir. Marmeledov: “Yoksulluk ayıp değildir bayım. İnsan yoksulken insanlara özgü erdem ve hasletlerini koruyabilir. Ama sefalete düşmek ayıptır. Zira sefalete düşen kişi, herkesten önce kendisi kendini aşağılar, Toplum ona karşı bir karşılıkta bulunması gerekmez sanki bir süpürgeyle toplumun dışına süpürür”
Raskolnikov, Dunya ( kız kardeş) Anna ( anne ) den oluşan bu kümedeki kriz, olağan ve doğru iletişimi bozan Raskolnikov’un eylem ve ruhsallığından kaynaklanır… Nitekim ailenin diğer iki üyesi, anne ve kız kardeşi doğru iletişim yollarını kurabildikleri görülecektir. Üstelik Raskolnikov’un arkadaşı Hukuk Talebesi, akıllı ve sevecen Razumuhin önce bir dost olarak sonra da Dunya’nın nişanlısı olarak koruma ve destek görevini başarıyla üstlenir. Oysa Sonya ( Fahişe ) Katerina İvanovnana, akli muvazenesi bozuk ayyaş Marmelodov ( baba ), bu kümedekilerin tümü doğru iletişim olanağına zaten sahip değillerdir.
Başta belirttiğim sefalete düşenler ya da güçsüzler arasındaki dayanışma romanda öncelikle bu iki aile arasında bir dayanışma olarak da gözlemlenir. Birinci ailedeki katil ile ikinci ailedeki fahişenin aşkıyla bir dayanışma bağlantısı saptamak mümkün. Belki de ötekiler ve dışlananlar arasında sadece kendileri arasında, askıya alınan gerçek iletişimin yerini, özel bir iletişim olanağından söz etmek olası. Bu olanak olumsuzluğa göre ehveni şer kabul edilebilir. Nitekim romandaki katil ve fahişe evlenir, Sonya sekiz yıla mahkûm kocası Raskolnikovla takip ederek Sibirya’ya doğru yola çıkar.
Soruşturmayı yürüten Dedektif, Raskolnikov’un suçlu olduğuna baştan beri kanaat getirir. Ama ondaki vicdani değerleri de, sezdiği için, toplumsal açıdan tehlikeli bir kişilik olup olmadığını öğrenme isteği ağır basar. Zira Raskolnikov, kendini suçlu gösteren, kanıtlayan tek delilin de ortadan kalkmasına karşın, İncil’e bağlı bir Hıristiyan olarak sucunu itiraf ederek arınır. Zaten birini tasarlayarak, diğerini kasten, iki kadını baltayla öldürmesine karşın, ömür boyu ya da uzun bir mahkûmiyete değil, çeşitli hafifletici unsurlar, vicdani değerleri, geçmişte bir çocuğu hayatını tehlikeye atarak yangından kurtarması, benzer durum nedeniyle sekiz yıla mahkûm edilir.
Dostoyevski’yi İsa Ve İncil’e imanı, Gregoryen itikada uygun bir “çilecilik” anlayışıyla tanımlamak doğru olur. Ölü Bir Evden Hatıralar Dostoyevski’nin Sibirya’daki kürek mahkûmu olduğu dört yılı anlatmaktadır. Dostoyevski bu sürgünde okuduğu tek kitap İncil’di ve bu çile sayesinde manevi bakımdan olgunlaşır, tekâmül eder. Raskolnikov’un Sibirya’daki sekiz yıllık mahkûmiyetine benzer bir durum. Gregoryen anlayış, Hıristiyanlığın ya da İsa’ya imanın, inancın saf niteliğinden farklı, sanatsal, entelektüel tüm inşaları, açılımları red ve mahkûm eder. Esas olan dindarlığın imanın yalın, gösterişsiz ama fedakârca içselleştirilmesi, hayata zıt bir çileciliği güzergâh edinmeyi mecbur kılar. Sanatsal ve entelektüel açılımlar, benzeri biçimsel yetkinlikler asla meşru görülmez.
Raskolnikov Napolyon benzeri komutan ve devlet başkanlarının yüz binlerce insanın ölümüne sebep oldukları halde, neden katil olarak değil de bir saygınlık abidesi ve kahraman olarak yorumlandıkları hususunda değerlendirmelerde bulunduktan sonra, iyi bir toplumsal amaç için bazı insanların katli gerekir düşüncesinden yola çıkarak, bu sakat görüyle, iki kadını öldürür.
Üstün insana ulaşmak için bu eylemle, sınırı aşmayı hedefler. Ama sonuçta başarısızlığa uğrar. Zira Napolyon ve benzeri lider ve komutanların monomon değil psikopat olmalarıdır. Ayrıca ceza hukukunun adi psikopat kişililikler için vaaz olunduğunu söylemek mümkün. Ünlü Psikiyatri Profesörü rahmetli Ayhan Songar, büyük devlet adamlığını da adi psikopatlık dışında farklı türde bir psikopatlığı zorunlu kıldığını belirtmektedir. Yani Napolyon, Hitler, Stalin psikiyatrik açıdan psikopatlıkla malûldürler. Bu konuda Dostoyevski değil ama Tolstoy’un bir saptaması vardır: “Generaller yalnızca şatafat ve iktidara bürünmüş olduklarından ve bir alçaklar güruhu onlara olmayan sıfatlar vererek iktidara dalkavukluk ettiği için kendilerine dâhi diyorlar. İyi bir kumandan sadece dehâ değil herhangi bir farklı vasıf gerekmez. Tersine onda en yüksek en iyi insani vasıfların; sevginin, şiir duygusunun, şefkatin, felsefi araştırmaya yönelik kuşkunun bulunmaması gerek. O dar görüşlü ve yaptığı işin önemli bir iş olduğundan çok emin olmalıdır. yoksa sabrı yetmez ) ancak o zaman cesur bir kumandan olur. Eğer birini seven, acıyan, doğruyu eğriyi düşünen bir adamsa Tanrı korusun. Onlar için ta eskiden beri dehâ maskesi uydurulmuş olması anlaşılır bir şeydir, çünkü onlarda güç vardır”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)