- Çocuk neden sakat
abi?
- Doğuştan. Doğuştan denmez aslında.
Hamileyken babasından ağır bir dayak yemiş.
- Babası nerede?
- Sinop'ta.
- Hapishanedeki?... Geçen gün Uğur
ablayı hapishaneye giderken gördüm.
- Sevgilisi.
- Onun için mi bu şehirdesiniz?...
Sen?
Uzun hikaye. Karışık.
Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. Mevlanakapı’da. Babası zabıtaydı. Alkolik,
hasta bir adamdı rahmetli; erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul,
perişan. Bizim tuzumuz kuruydu; hacı babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor
vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam'da.
Cepçilik, arpacılık... her yol vardı itte; ama sevimli, yakışıklı oğlandı.
Bizimkini aşık etmiş kendine. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar.
Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa hep askerliği beklerdim. Dört sene
kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi, gittik. Bizde de herkes bunu
bekliyormuş, gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz
falan filan... nikahlandık. İki taksi bir dükkan verdi peder. Dükkanda koltuk
moltuk satardım. Bir gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız
etti içim. Böyle basma bir etek, dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bir
bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga
geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bir
soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede; ama asıl Zagor’a
kesikmiş. Zagor da kaftiden içerde o sıra. Bir gün, süslenmiş püslenmiş, zırt
geçti dükkanın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı,
minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar’a. Benim içimde bir sıkıntı. İşi anladım
tabii, Zagor’u ziyarete gidiyor. Bir tuhaf oldum. Piçi de kıskandım.
Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içeriden çıktı. Sonra bir
duyduk, kaçmış bunlar. Altı ay mı bir sene mi, kayıp. Hep rüyalarıma girerdi
orospu. O gün dükkana gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum.
Sonra bir daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş Zagor. Biri polis. İkisinin de
gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna. Arkadaşlarının
öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle. Önce öldü dediler Zagor’a, sonra komalık.
Ankara’da oluyor bunlar. Bizimki bir gün çıkageldi mahalleye. Zagor içeride, en
iyisinden müebbet. Bir sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyor. Önce
tanıyamadım, anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornavida yemiş gibi
oldum. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat; ama bu sefer başka güzel orospu.
Orhan'ın şarkıları gibi. Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi “Para
lazım, çok para”. Zagor’a avukat tutacakmış. “İleride öderim” dedi. Esnafız ya
biz de, “Nasıl?” diye sormuş bulunduk. “Orospuluk yaparım” dedi, “... istersen
metresin olurum”. İçime bir şey oturdu, ağlamaya başladım. Ama ne ağlamak! İşte
o gün bir inandım orospuya, tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor’a müebbet
verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs... o
şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor... orospu da peşinden.
Sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden. Önce dükkan gitti, ardından
taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük
yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu durmuyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere
başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye
çok yalvardım. Evlenelim, pederi kandırırım, Zagor’a bakarız... yok. Kancık
köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim
İstanbul’a. Yeminler ettim. Doktorlar, hocalar, kar etmedi. Her seferinde yine
peşinde buldum kendimi. Bir keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu... hamile.
Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, “ohh” dedim,
kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka
bir şey demiyor. Sinop’ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul’a. Doğumuna
yakın, Zagor bir isyana karışıyor yine. Hemen paketleyip Diyarbakır Cezaevi'ne
postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor yine. O haliyle kalk git sen
Diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bir
dayak buna... eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra
çocuğu doğuruyor. Durum hemen anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bir gece esrarı
çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır’a, Zagor’un peşine.
Allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikayet etmiyor. Ben o ara İstanbul’da
taksiden yolumu buluyorum. Epey bir zaman böyle geçti. Yine her gece
rüyalarımda bu. Zagor’un Diyarbakır Cezaevi'nde olduğunu duymuştum o sıra. Bir
gece bir büyükle eve geldim, hepsini içtim. Zurnayım tabii. Bir ara gözümü açıp
baktım, karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım, başımda bir çocuk, “Kalk abi,
Diyarbakır’a geldik” diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır’dayım. Bir soruşturma...
Kale Mahallesi vardır oranın. Bir gecekonduda buldum. Malımı bilmez miyim?
Görünce hiç şaşırmadı. Hiçbir şey demedik. O gece oturup düşündüm. Oğlum Bekir
dedim kendi kendime, yolu yok, çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok. Kaderin
böyle. Yol belli; eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul
yürüyorum işte.
(Zeki Demirkubuz,
Masumiyet'ten, 1997)
...
"Uzunluk", daha önce Calvino göndermesiyle karşıladığımız
"kısalığın" zıddı değildir burada. Hikaye pekala uzun olmasına
karşın, tirad içinde sıkışmış halde, bir kısa film olarak bulunur ve yapısı da,
süresi yüzünden değil, teknikleri yüzünden "kısa"dır. Bekir
"Karışık" der, ama tiradın sonunda o kadar da karışık olmadığına
kanaat getirir: Çok basittir bir yandan, sadece Kader'dir bu. Direnmek yararsızdır.
Ancak hikaye anlatılmadan önce, henüz karışıktır. Uğur, ilkin
"kaltak" olarak anılır. Devamında da olduğu gibi, Uğur'un adı yoktur
anlatılanlarda. Bir kaltak olur, bir orospu, bir "bu" ya da "bu
kaltak". Ad anılmamaktadır, çünkü Bekir bir Uğursuzluk yaşamaktadır.
"Bir de Zagor" vardır: Baltalı İlah'ın beklenmedik biçimde gerçekliğe
dalışı, başlangıçta, Bekir'in doğaçlama yaptığını, en azından anlık
patlamalarla bir çağrışım zinciri kurup anlatının sonra bu noktalar arasında
inşa edileceğini düşündürür. Bir de Zagor vardı, "sürekli okuduğum".
Adı olan ama olmayan Zagor, tam da "sevilenin sevdiğine" aşkla
bağlanan bir adamın yapacağı gibi, romansta başrolü oynar. Zagor muhteşemdir.
Babasının "filmciliği" oğulun gerçekdışılığının kanıtıdır aynı
zamanda, O filmle ilişkilendirilmiştir bir biçimde. Aşırı, güçlü, tam da onu
kıskanan Bekir'in gözünde büyüdükçe büyüyen, giderek saygı da duyulan,
korkulan, aşık olunan (Bekir, O'nun yakışıklı olduğunu bile söyler), aşağılanan
bir figüre dönüşür. Zagor görkemliyken, Bekir "efendi" oğlandır,
"okul mokul takılır". Böylece büyürler, Gülten Akın'ın sonsuz
uzunluktaki dizesini anımsatır bu büyüme hızı: "Sonra da işte
yaşlandım." Sonra da işte yaşlandım, dev Heideggerci parantezdir: Olanı
telaffuz edilemez hale getirir. Aynı zamanda tırnağın değil, ama parantezin
içinde olup biter her şey ve sözü edilen mahalle bu parantezdir. Sonrasında
Bekir monoloğundaki ilk sayıları verir: "Dört sene kaldı, üç sene
kaldı" diye geriye doğru sayar. Anlatının geriye giden yapısını
güçlendiren geri sayımın yarattığı gergin beklenti askerlikle sonuçlanır. Bekir
sonunda sayılan, geri sayılan, yavaş, sıkıştırılmış zamanı bırakıp zamanın
"akmadığı" askerliğe gider ve hızlandırılmış, aşırılaştırılmış,
iradesizleştirildiği bir zamana döner. Hızla ev, iş ve eş-lendirilir.
İşlendirilme içinde, Bekir yine sayılar verir: "İki taksi bir
dükkan." Dört ve Üç'ten sonra, İki ve Bir: Yazar Demirkubuz'un ve Bekir'in
aynı anda ayrı ayrı, farklı hikayelerle deneyimledikleri geriye sayımın
neticesi, kısa filmin iç bulmacasındaki "boş" yere gelecek olan
Sıfır'dır elbette: Dükkanda koltuk falan satmak. Bekir'in bu parçalanmış
zamanlarına noktayı Uğur koyar, bu kez "bu orospu" olarak: Dükkana
öyle bir gelir ki, (tekinsiz-fetiş) eteği, çorapsız (açık) bacakları,
"açık" bluzu ve saçlar "maçlar"ıyla bütün olarak tasvir
edilebilir derecede donmuş, fotoğraf veren, organlarına ayrılmış, yakalanabilen
bir Uğur, zamanı durduruverir. "Müşteri gibi" davranarak dalga geçer
Bekir'le. Daha sonra Bekir, Uğur'un Sağmalcılar'da yatan Zagor'u ziyaret
ettiğini görünce (ilk "cız ediş"ten sonra, ikinci kez)
"içinde" bir sıkıntı duyar. Bekir'in içi, hikayeye
"Uzatmayalım" diyerek devam eder: Kısa bir uzun hikayeyi uzatmak
istememektedir Bekir; oysa bütün olanlar aslında onun tutkusunun
uzattıklarıdır. Yaşamaya geçerli gerekçe olamayan tutkunun kendisi
sinematografik anlatının da uzatılmasını engelleyecek gibi görünür ama, aslında
Bekir anlattıkça (ve Demirkubuz anlatmayı Masumiyet'te ve Kader'de sürdürdükçe)
anlatılanların yaşanmış olması anlam kazanmaya başlar. Dostoyevskiy'in
hortlamasıdır bu bir bakıma. Bir bakıma ise Uğursuzluk artık hikayesizlikle
aynı anlama gelmemeye başlar. Zagor ve Uğur kaçmışlardır; "altı ay mı bir
sene mi?" Bekir yine belirsiz sayılar verir; kesin olarak sayamayacağından
değil, ölmemek ya da özlememek için kesinliğin yitirilmesi gereken zamanlar
olduğundan. Altı ay mı geçmiştir bir sene mi kayıp sırasında, ne önemi var?
Uğur yokken Uğursuzluk, kendine has işleme yasaları olan bir takvim gibi iş
görür. Durur ve yeniden ilerler ve temelde bir geçişi değil, bir
"kaybı" söz konusu ederek aslında zamanın peşine düşer. Bekir "o
anı" hiç unutamaz, orada durur, orada yaşar. Sonra önce Zagor'un hikayesi
gelir, "iki kişiyi" deşmiştir. Bekir bu kez kesin sayıyı biraz da
intikam duygusuyla verir: "Beş gün beş gün gece." Polisler adeta
Bekir için "intikam" alırlar. Uğur'dan da. Bekir'in aşkı, polislerin
arkadaşları... Kurban sayısı, kendini katlamaya eğilimlidir anlatıda. Aşkla
sevmenin ve aşkla yitirmenin bedelleri ve bedenleri sevişmeyle ve işkenceyle
birleşir. İronik biçimde, Zagor müebbet alır, "en iyisinden", yani
"ağırlaştırılmış" olarak. Bekir ve Zagor, "Bekir ve
Uğur"dan önce ve "Zagor'la Uğur"dan sonra, birleşirler:
Müebbetin iki tarafında. Ve bir kez daha, bir erkek, çoğunlukla sevdiği kadının
sevdiği "diğer" adama aşık olur ve asıl müebbet böyle tanımlanır.
İkna edici hale gelen kavuşmanın imkansızlığını muhafaza eden kadın ve iki
erkek: Dünyanın en eski üçlüsü: Ta erkek Tanrı ile Adem arasındaki dühuldan
beridir, karşılıksız aşk, Havva merkezli bir geçiş nesnesidir. Bekir de
"öldü" ile "komalık" arasında, Uğur tarafından diriltilmeyi
bekleyebilme kudreti için, Zagor'un kudretinden çalar. Uğur döndükten sonra
Bekir'in sıkça yinelenen "içi", karşılıksız aşkından ödünç aldığı
vicdanı yine "cız" ederek aşkı haber verir. Sevdiği kadın yediği
dayaklardan ve yaşadıklarından, perişan durumdadır. "Çökmüş, zayıflamış,
bembeyaz bir surat... ama bu sefer başka güzel orospu." Başka güzeldir
Uğur, çünkü bir eleğin deliğinden hem geçmiş, hem orada kalmıştır biraz:
Bekir'in yapamadığını yapmış, aşkı için ölümün kıyısına gitmiş, dönmüş,
arınmış, Bekir'e gurbetten armağan olarak "acıma" duygusunu getirmiş,
çok daha güzelleşmiştir bu yüzden ya da Bekir açısından güzelleşmek demek,
güzelleştirme olasılığıdır aynı zamanda... yani Bekir'in yoksun olduğu şey. Öte
yandan, Bekir, Uğur'u tekinsiz biçimde yeniden tasvir eder ve korkunç biçimde,
bunu bir "düzeltme" olarak yapar: "Dizine kadar basma etek,
çorap yok, açık bir bluz, saçlar maçlar"la "pırlanta" olan Uğur,
şimdi "çökmüş, zayıflamış, bembeyaz suratlı"dır. Uğursuzluk monoloğu
boyunca Bekir hikayeye öyle hakimdir ki, söylediği hiçbir şey, kendiliğinden
ortaya çıkan hiçbir "teknik" artık "gelişigüzel" değildir.
Sayılar, sıfatlar, zamirler, Zagorlar... Bekir tüm bunların hakimiyetini
Yusuf'un, yani "bilmeyenin" karşısında anlatıcı konumunu mutlak
olarak ele geçirmekle kazanır. Uğur'un tersten tasviri, aşkın da kanıtı olur.
Uğur, Zagor'a avukat tutmak için Bekir'den para ister, Bekir de artık "biz"
haline gelmiş olduğu "esnaflar" adına paranın "Nasıl?" geri
ödeneceğini sorar. Uğur ortaya teminat olarak bedenini koyunca Bekir'in
"içi" yine bulanır: Ağlamaya başlar. "Ama ne ağlamak."
Bekir, ağlar; oysa Uğur'a "orospu" ya da "kaltak" demekte
sakınca görmemektedir anlatıda. Yine de ağlar, kendisi "müşteri"
yerine kondu diye ya da Uğur'un Zagor'a aşkının büyüklüğünün bedelinin kendi
zavallı erkekliğine katlanılması olmasından, başrolünde oynadığına inandığı
kendi hayatının hepsinin aslında Uğur'un öyküsündeki bir yan öykü haline
gelmesinden, Uğur'un bedeninin Bekir'e Zagor'un, yani hemcinsinin bedeninden
bir şeyler getirmesinden... Bekir bunların tümü için, aşırı biçimde, aynı
zamanda Kader'de beresini taşıdığı Beşitaş'ın "Çarşı ağlarsa kimse
susturamaz" meydan okumasını da adeta Demirkubuz tarafından anımsatır
biçimde ağlama fırsatını kaçırmaz. Henüz Kader anlatılmadığından, Demirkubuz
açısından da Bekir, Uğur'un yakaladığı fırsata, yani aşkı için ölme fırsatına
kavuşmamıştır, ama ağlamakla yetinecektir kuşkusuz. Demirkubuz bunu elle
tutulur bir acıyı işaretleyerek yapar, korkunç bir acıyı... Değil
yaşanılmasına, izlenmesine bile katlanılamayacak bir acıyı: Yani Bekir'in
sevdiği kadın, Bekir'e bedenini içeriksiz olarak, onu sevmeden sunar:
Sevişmeden birleşmeyi önerir, hem de kendine "esnaf" diyen Bekir'e
"esnaflık" dersi vererek. Bekir yine yenilir. Öyle yenilir ki,
sonraki üç cümlesinde üst üste "yirmi yıl"dan,
"uzatmayalım"dan ve "müebbet"ten aynı anda söz ederek ağlamanın
anısının zihninde yarattığı şiddeti anlatıya ve Yusuf'a yansıtır; arada
"inandım" da diyerek. İnanmak zorundadır da, Uğur'un yıkımının da
ikna ediciliği derecesinde. Zagor'a verilen müebbeti anımsatır kendine, onun
sonradan örnek de alacağı kabına sığmazlığını, durmazlığını, uslanmazlığını...
Bekir tüm bunların Uğur'u kendisine aşık edeceğini düşünür belki de ve
sonrasında o da hiç durmaz, tıpkı Çarşı gibi hiç uslanmaz ve hiç pes etmez,
sevdiği imgeyi sevgisinde öğütene, yok edene dek. Sonrasında Zagor hapishaneden
hapishaneye, şehirden şehire, Uğur onun peşinden, Bekir onun peşinden,
"biz" Bekir'in monoloğunun peşinden... bütün fetiş nesnelerinin ve
bütün bu yersel teslisin birbirine karıştığı bir dörtgenin köşeleri giderek
sivrilerek sürer: Bekir Uğur'u izler, işleriyle beraber belki de başından beridir
istediği biçimde babasıyla arası bozulur ve onun ekonomik desteğini yitirir.
"Yunus gibi aşk uğruna" yollara düştüğünü söyler. İşi, zanaati yoktur
ama Uğursuzlukta ve kırgınlıkta uzmanlaşmaya başlar, tıpkı Yunus'unki gibi, her
aşkın da yaptığı gibi bir imgenin varlığından çok, yokluğuna sevdalanarak,
yolcuyu değil, yolu izleyerek. Bekir yola o kadar odaklanır ki, Uğur'un da bir
yandan bedenini satmaya alışması aralarında ciddi bir sorun yaratmaz. Yine de
garip biçimde, kaybetmekte hiç de sakınca görmediği hayatı Uğur'a bir anlaşma
olarak sunmakta da sakınca görmez: Dönmek, evlenmek, babanın desteğini
kazanmak, Zagor'un sadece imgesine değil cismine de "bakmak"... Daha
sonra Kader'de anlatıldığına göre Bekir bu tekliflerinin karşılığı olarak Uğur
tarafından aşağılanır. Ancak Masumiyet'teki monolog, bu hikayeyi
içermediğinden, Bekir teklifleri neticesinde şövalyece bir sıfat bulur kendine:
Kurtarıcılık. Aşktaki en önemli kavramdır bu: Aynı zamanda bir orospuyu
"evinin kadını" yapmak da sevaptır: Aynı zamanda henüz umut söz
konusudur ya da tıpkı masumiyet gibi, umutsuzluk da mümkün müdür, Bekir bütün
yıktıklarının çok kolay yeniden kurulabileceğini vaat ederek bir bakıma bunu
dener. Gerçekten bu kadar basit midir her şey? Uğur'un da daha sonra Yusuf'a
aşırı öfkelenerek anımsattığı gibi, ne basittir aşk ne de mümkün... Demirkubuz,
hikaye anlatıcılığındaki benzersiz ustalığını Bekir'in monoloğunda hem gösterir
hem dener: Sadece (elbette alıştığı biçimde onu yok da sayarak) Uğur'la yeni
bir hayat kurmayı sormak değil, bunun sorulduğunun kayıtlara geçmesinden
duyulan tatmin; sadece bir an ile Türk sinemasına "dönem" atlatır.
Bekir için zaman yeniden hızlanır, artık önemi de yoktur aslında. Döner, gider,
izler... Sonunda Uğur'u biriyle evlenmiş ve hamile bulur; kendisi de sevdiği
kadının abisini oynar. "Nedense" rahatladığını söyler ama neden
rahatladığını söylemez: Bu metin de bunu söylemeyecek. Uğur da
"çocuk" der başka şey demez bu arada. Uğur'un "yüzü
gözü"nün yine düzeldiği Bekir tarafından evlenmesi ve hamile kalmasıyla
birlikte anılır. Aslında düzelen Uğur'dur Bekir'e göre: Kodlanmaya hazır,
geleceği öngörülebilen emareler ortaya çıkmıştır. Çocuğa hamile kalındığına
göre çocuk doğacaktır, çocuk doğacağına göre Uğur bir "anne"
olacaktır, Bekir de bu doğrusal çizginin ucunu böylece görebilecektir. Ama
böyle olmaz. Zagor bir isyana karışır, tam da Bekir'in az sonra "isyan
etmenin faydası yok" derken kastedeceği anlamda Zagor, gerçek bir isyana
karışır ve adı aşırı şiddetle aynı anlama gelen, Türkiye tarihinin en kanlı
işkencehanelerinden biri olan Diyarbakır Cezaevi'ne sürgün gönderilir. Uğur
gebe olmasına aldırış etmeden Zagor'un peşinden (Bekir'in demesine göre
"üç" günlüğüne) Diyarbakır'a gidip dönünce Sinop'taki kocasından çok
ağır bir dayak yer. Çocuk bu yüzden sakattır; monolog varoluşsal çemberini
tamamlar. Anlatı da alımlanma derecesi hakkında fikir verir, sonuna
yaklaşırken: Buna göre konuşmanın başındaki "Doğuştan" ifadesinin
neden gerçek olmadığını açıklayan şey Uğur'un hamileyken yediği dayaktır.
Doğuştanlık ve doğmadan önce belirlenen öz, kader kavramıyla bağlantısını bu
yönde kurar. Kimi şeyler doğuştan değildir, ama refleks olarak Bekir tarafından
ilkin "doğuştan" diye açıklanırlar; oysa yaşam bu yanlışın tashihi
gibi iş görür. Bunun yanında Bekir "doğuştan" ile "dayak
yüzünden"in farkını açıkça ortaya koymaz, sadece kendi sözünü gerekçe
göstermeksizin düzeltmekle yetinir. Sonraları tıpkı Uğur'un kocasını bıçaklamak
ve Zagor'a gitmek için esrar içmesi gibi, Bekir de Uğur'a gitmek için "bir
büyük" içerek karar cenderesinden kendini kurtarır: Karar, eylem, gerekçe,
süre ve mesafe yok olur; gözünü açtığında yine de karlı dağların
"geçişini" görür. Uğur Bekir'i kapısında görünce şaşırmaz.
Konuşmazlar. Bekir kendiyle konuşurken isyandan, Yunus'çu anlamda yoldan,
kaderden ve zamandan söz eder. Ünlü monolog-tiradın içindeki müzik Zagor'un
adıyla başlar ve Uğur'un kapısında sona erer. Uğur'un konuşamayan kızının
güvenliği arka planda Yusuf tarafından denetlenir. Bekir hikayesini esrar
sarması eşliğinde anlatır. Türk sinema tarihi bu sahneyle birkaç açıdan başka
bir döneme girmiştir artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder